Son yıllarda “yapay zekâ” sözcüklerini o kadar sık duyar olduk ki, artık hayatımızın doğal bir parçası olmuş durumda.

Telefonlarımızda, iş yerimizde, hatta evimizin içinde bile bir şekilde bizimle. Bize yardımcı oluyor, işlerimizi kolaylaştırıyor, zaman kazandırıyor. Fakat tam da bu noktada akıllara şu soru gelmiyor değil: Kolaylaşan hayatımız, bizden bir şeyler götürüyor olabilir mi?

Yapay zekâ, bilgiye ulaşmayı hızlandırdı; ama düşünmeyi yavaşlattı. Artık bir fikri uzun uzun tartışmak yerine “bunu bir soralım, cevabı hemen gelsin” diyoruz. Oysa düşünmek, insan olmanın en derin eylemlerinden biridir. Zamanla kendi düşüncelerimizi değil, ekranın sunduğu yanıtları tekrar etmeye başlıyoruz. Bu da farkında olmadan bizi yüzeyselleştiriyor.

Yapay zekanın bize sunduğunu sandığımız bir diğer faktör de duygular… Bir diğer tehlike de duygularda saklı. Yapay zekâ, duygulara sahip değil ama onları çok iyi taklit ediyor. Bir “merhaba”nın tonundan, bir metindeki duygudan yola çıkarak insana yakın tepkiler verebiliyor. Ancak bu benzerlik, duygunun yerini tutmuyor. Gerçek bir insanın anlayışı, bir bakıştaki sıcaklık, bir sessizlikteki derinlik… Bunlar hiçbir algoritmayla ölçülemiyor. Duyguların yerini makineler aldığında, ilişkilerimiz de sığlaşıyor. Ne demek sığlaşmak? İlişkiler yüzeyde kalıyor hatta belki yetersiz geliyor.

Bir de mesleklerin dönüşen yüzü var. Öğretmenlikten gazeteciliğe, terapiden sanata kadar pek çok alanda yapay zekâ üretmeye, yorumlamaya başladı. İnsan emeği, insan sezgisi, insan hatası bile artık “gereksiz” görülüyor. Oysa hata yapmak da öğrenmenin, gelişmenin bir parçasıdır. Kusursuzluk değil, insanlık bizi biz yapan şeydir.

Belki de asıl mesele teknolojinin kendisi değil, ona nasıl davrandığımızda gizli. Yapay zekâyı bir araç olarak mı kullanıyoruz, yoksa farkında olmadan hayatın direksiyonunu ona mı bırakıyoruz?

Cevap ne olursa olsun, unutmamamız gereken şu:

Makine düşünebilir, ama yalnız insan hissedebilir.